1 Ocak 2015 Perşembe

FRİGYA UYGARLIĞI

FRİGYA UYGARLIĞI
(MÖ 750 - MÖ 300)
GİRİŞ



Frigler, Ege Göçleri ile Anadolu’ya gelen Balkan kökenli boylardan biridir. Ancak siyasi bir topluluk olarak ilk defa MÖ 750’den sonra ortaya çıkmışlardır, Midas döneminde ise (MÖ 725-695/675) bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen, güçlü bir krallık düzeyine ulaşmışlardır. Hint-Avrupa kökenli oldukları halde kısa bir süre içinde Anadolululaşmışlar ve bir yandan Helen, öbür yandan Geç Hitit etkileri altında kalmış olamakla birlikte özgün ve Anadolulu bir kültür oluşturmuşlardır. Friglerin maden ve ağaç işçiliğinde, dokumacılıkta üretikleri eserler Helen piyasasında beğeni kazanmış ve Helenli ustalar tarafından taklit edilmişlerdir. Makara kulplu bronz tabaklar ve bronz kazanlar; dönemin “teknolojik” bir başarısı olan altın, gümüş ve bronzlardan yaylı çengelli iğneler (fibulalar); değerli madenlerden giysi kemerleri, tokalar ve zengin bezemeli tekstil ürünleri; geometrik desenlerle süslü mobilya eşyası bunlar arasındadır. Frigler, Helenlere ayrıca müzik alanında da esinlenme kaynağı olmuşlardır.

FRİGLERİN TARİHİ
Güçlü bir uygarlık kuran Friglerin tarihi ve sosyal yaşamı ile ilgili bilgilerimiz ne yazık ki yeterli değildir. Bu konudaki ilk bilgileri antik yazarlardan öğreniyoruz. Tarihçi Herodot ile coğrafyacı Strabon’a göre Frigler, Avrupalı bir kavimdi ve Anadolu’ya gelmelerinden önce “Brigler” olarak anılıyorlardı. Friglerle ilgili bu yazılı kaynakları ve bölgedeki kazı sonuçlarını değerlendiren bilim adamları Friglerin, büyük olasılıkla MÖ 1200’lerde Trakya ve Boğazlar üstünden Anadolu’ya geldikleri, ilk yıllarda Trakya ve Güney Marmara Bölgesi’nde geçici yerleşim merkezleri kurduktan sonra Batı Anadolu’nun iç kesimlerine yayıldıklarını ileri sürmektedirler. Friglerin Anadolu topraklarında ilk siyasal birliği kurmaları MÖ 750 yıllarına rastlar.

Friglerin bilinen ilk kralı ülkenin başkenti Gordion’a adını veren Gordias’tır. Dağınık Frig topluluklarını siyasal bir birlik altına toplamayı başaran bu kral ve yaşadığı dönemin siyasal olaylarıyla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Tarihçi Arianos’a göre Gordias Thelmessos’lu (Fethiye) bir kadınla evlenmiş ve Midas adını verdiği bir oğlu olmuştur. Midas Friglerin bilinen tek kralıdır (Araştırmacılar Frig krallarının hepsine Midas denildiğini belirtmektedirler). Midas’ın ünü kendi ülkesinin sınırlarını aşıp, Batı Anadolu kıyılarındaki Yunan kentlerine, hatta Kıta Yunanistanı’na dek yayılmıştır.
Başlangıçta Eskişehir, Afyon, Ankara ve Sakarya vadilerini içine alan bir bölgede yerleşen Frigler, sonraları Kütahya’dan Kızılırmak’a, Ankara’dan Denizli’ye dek olan bölgede güçlü bir uygarlık oluşturmuşlardır. Midas’ın Frig tahtına geçtiği ilk yıllarda ülkenin en önemli düşmanı Asurlar’dır. Midas, Asurlar’la barış yaparak Güneydoğu sınırlarını güvenceye aldıktan sonra batı ülkeleriyle dostça ilişkiler kurmaya yönelir (Batı Anadolu kentlerinden Kyme kralının kızıyla evlenir). Öte yandan fildişi tahtını Yunanistan’daki Delfoi Apollon Tapınağı’na armağan ederek Kıta Yunanistanı ile ilişkileri güçlendirir. Gordion’da yapılan kazılarda ele geçen Yunan çanak-çömlekleri bu ilişkilere ait diğer örneklerdir.
MÖ 700 yıllarına doğru, Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Kimmerler, önce bölgedeki Urartular’ı güçsüzleştirdikten sonra Kızılırmak’a kadar uzanırlar. Frig-Kimmer savaşı sonunuda Frigya tamamen tahrip olur. Kral Midas ise öküz kanı içerek yaşamına son verir (MÖ 676). Batıya kaçan Frigler, küçük beylikler halinde bir süre daha varlıklarını sürdürürlerse de Lidyalıların egemenliğine boyun eğerler.
Frigler, başlıca Gordion (Yassıhöyük), Pessinus (Ballıhisar), Dorylaion (Eskişehir) ve Midas’da (Yazılıkaya) yerleşmişlerdir.
FRİGYA UYGARLIĞI
a. Dil ve Yazı
Frig uygarlığını kuranların, bir türlü aydınlığa kavuşturulamayan yazı ve dilleri üstüne bilgilerimiz oldukca sınırlıdır. Friglerin başlı başına bir yazı sistemi vardı. Kaynağı ve gelişimi henüz aydınlatılmamış olan bu yazı bir taraftan Arami, diğer taraftan Ege yazı sistemlerinin etkisi altında meydana gelmişe benzemektedir. Frig yazısı henüz tümüyle çözülememiş olmasına karşın okunabilmektedir. Ancak bu okuma, “Midas” ya da “Ana Tanrıça” gibi çok bilinen sözcükler için geçerlidir.
Gordion’da bulunan bronz vazoların bazılarında Erken Yunan yazısının alfabesine benzeyen Frigçe yazılar görülmüştür. Kayalara yazılmış yazıtlarda da aynı yazıları görmek mümkündür. Bunların hepsi, tarih olarak MÖ VII. yüzyıla kadar çıkar. Frig ve Yunan alfabelerinin aynı Fenikekaynağından gelmesi olasıdır. Frig alfabesi MÖ V. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Frig dili ise Yunanca ile karışarak MS II. ve III. yüzyıllara kadar yaşamıştır. Frig diline ait kalıntılarla Yunan yazarlarından gelme otuz kadar sözcük bu dili tam olarak açıklamaya yetmemektedir. Fakat genel olarak bu dilin Hint-Avrupa dilerinden olduğu ve içinde İslav, Arami ve hatta Frig öncesi Hitit dillerinden de sözcükler bulunduğu söylenebilir.
Onlardan kalan yazılı belgeler yok denecek kadar az olduğundan, edebiyatları hakkında da bir bilgimiz bulunmamaktatır; fakat Frigyalılar hayvan öykülerinin bulucuları olarak kabul edilir.
b. Mimari

Frigya sanat ve mimarisi konusunda bilgi edinebilmek için, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, özellikle Gordion, Midas şehirleri ve Pazarlı’da tümülüs şeklindeki mezarlarda veya kayalar içine oyulmuş zengin cepheli binalarda yapılan kazılara başvuruyoruz. Frigler, özellikle maden işçiliğinde çok ileri gitmişlerdi. Kaya ve taş mimaride kullanılan malzemeyi işlemek için madenden çeşitli aletler yapıyorlardı. Frigler zamanında korunaklı kalelerin varlığı, Pazarlı kazılarından anlaşılmıştır. Yüksekçe bir tepenin üzerine yapılmış olan bu kalenin içinde muntazam dörtgen şeklinde küçük evler vardı. Evlerin temelleri taştan, üst kısımları tahta hatıllarla desteklenmiş kerpiçten yapılmıştı; damlar ise ahşaptı. Çatı ve dış cephelerin bazı kısımları boyalı kabartmalarla süslü toprak levhalarla kaplanmıştı. Bu türden toprak levhalara Pazarlı’dan başka Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve özellikle Gordion’da rastlandı. Bunlardaki resimler ve nakışlar Frigya sanatının, Anadolu’da eskiden beri köklenmiş geleneklerin, doğudan (özellikle Mezopotamya) ve batıdan (İonya ve Yunanistan) etkilerle geliştiğini göstermektedir. Bu mimarinin en iyi örnekleri Eskişehir ve Afyonkarahisar arasındaki eserlerde görülür. Bunlar zengin süslemeli tapınak kalıntılarıdır. Alınlıklarında bir pencere bulunmaktadır. Frig ahşap mimarisinin Likya’da da görülen bir çeşidi Eski Bronz Çağ prototiplerine kadar gider. Bu mimari aynı zamanda erken doğu mimarisini de etkilemiştir. Klasik geleneğe göre frizi ilk defa Frigler kullanmıştır.
Amerikalıların Gordion’da son yıllarda yaptıkları kazılarda MÖ. VIII. yy.’da Frig evlerinin bazen taştan, bazen de tahta çerçeve kullanarak kaba tuğladan yapıldığı anlaşılmıştır. Bu evlerin bazılarının planı megaron tipindedir. Gordion’da şehrin etrafını çeviren surlar, şehir kapısı ve çeşitli binalar ortaya çıkarıldı. Frigler, doğu komşuları Urartular gibi kaya mimarlığında çok ileri gitmişlerdir, kayalar içinde hücreler, odalar, koridorlar, neye yaradığı henüz tam olarak anlaşılamayan yüksek kademeli merdivenler ve sunaklar yapmışlardır. Aynı zamanda kayalıklarda, çoğu hallerde direkli ve alınlıklı binaları bulunan cepheler oluşturmuşlardır. Üzerinde birtakım geometri ve ya hayvan motifleri yeralan bu kaya cephelerinin Frig devletinin parlak devrinde yapıldığı anlaşılmıştır. Yalnız bu yapıların mezar olup olmadığı konusunda bir fikir birliği yoktur. Gerilerinde mezar odaları şeklinde hücreler bulunan bazı cepheler mezar olarak kabul edilmektedir. Fakat, Midas’ın mezarı olarak gösterilenYazılıkaya’daki bir cephenin mezar olmadığı ve sadece bir tapınak cephesi olarak kullanıldığı düşünülmüştür. Bu mezar odası semerdanlı idi.
Saray depoları, hizmet yerleri ayrı yapılar halindedir. Bazılarının tabanı renkli taşlardan yapılmış mozaiklerle kaplıdır. Üzerinde zengin geometrik motifler bulunan süslemeler, Anadolu’da bugüne kadar bilinen en eski mozaik süslemeleridir. İçlerinde mobilya parçaları, fildişinden özenle işlenmiş sanat eserleri, insan ve hayvan kabartmaları, çeşitli çanak çömlek bulunmuştur. Kimmer istilası sırasında yıkılan şehir, yeniden yapılırken tapınakların dış cepheleri kabartmalı, renkli, pişmiş topraktan levhalarla süslenmiştir. Lidya devletinin hakimiyeti, doğu Yunan sanantının Gordion’a girmesine neden oldu.

c. Mitoloji, Din ve Kibele İnanışı

Frigya uygarlığı denildi mi akla ilk gelen Kral Midas olur. O zamandan günümüze Kral Midas ile ilgili iki efsane ulaşmıştır. Bunlardan ilki şöyledir:
“Midas Frigya Kralıydı. Pek öyle akıllı biri değildi; ama akılsızlığının cezasını sadece kendisi çekmiştir. Birgün Midas’ın adamları sarayın yakınlarındaki gül bahçelerinde yaşlı Silenos’u buldular. Dionisos’u ararken yolunu kaybetmisti Silenos. Her zamanki gibi zil zurna sarhoştu yine. Ağaçların arasında sızıp kalmıştı. Midas’ın adamları, tepeden tırnağa güllerle süslediler onu, sonrada krala götürdüler. Midas, güler yüzle karşıladı Silenos’u, tam on gün on gece ağırladı. Yedikçe yedi Silenos, içtikçe içti. Sarhoş oldu, şarkılar söyledi, sızdı, ayıldı... Onuncu günün sonunda da Frigya kralı elinden tutup tıpış tıpış Dionisos’un yanına götürdü onu.
Dionisos, Silenos’a yeniden kavuştuğuna öyle sevindi öyle sevindi ki, “Midas, dile benden ne dilersen.” dedi. Kral, hiç düşünmeden, “Aman Dionisos”, diye cevap verdi, “Her dokunduğum altın olsun; başka birşey dilemem”. Tanrı bu dileğini yerine getirdi onun; ama akşam olunca yemekte başına neler geleceğini düşündükçe kıs kıs güldü. Zavallı Midascık... Karnı acıkıp da sofraya oturunca ne kötü bir dilekte bulunmuş olduğunu anladı. Ağzına her götürdügü şey altına dönüveriyordu. Ekmeği mi tuttu, al sana altın bir ekmek... Elmaya mı dokundu, işte sapsarı, kaskatı bir elma...
Hemen Dionisos’a koştu Midas. Yalvardı yakardı. “Ne olursun bu büyüyü boz” diye göz yaşı döktü. Dionisos, “Git de Paktolos ırmağında yıkan. O zaman büyü bozulur” diye cevap verdi. Frig kralı, Paktolos ırmağına koştu hemen, bir güzel yıkandı. Ondan sonra da sarayına dönüp tıkabasa yedi içti.
Şimdi onun yıkandığı ırmağa bakanlar, altın kum tanecikleri görürler sularda.”
Bir ikinci öyküsü daha vardır Midas’ın. O da Apollonla ilgilidir. Yüce tanrı, Frigya kralının kulaklarını eşek kulaklarına çevirmişti. Bir suç işlediği için değil de aptallığı yüzünden bu cezayı görmüştür Midas:
“Apollon ile Pan arasında yapılacak bir çalgı çalma yarışmasında Midas, yargıçlardan biri olarak seçilmişti. Kır tanrısı, kavalıyla hoş sesler çıkarıyordu; ama Apollon’un gümüşten lira’sı her çalgıdan üstündü. Bir çalmaya başlamasın Apollon; Musalar bile durup kendini dinlerdi.
Yargıçlardan ikincisi dağ tanrısı Tmolos, yengi çelengini Apollon’a verdi. Ama yüce musikiden ne anlasın Midas, tuttu oynak havalar çalan Pan’ı kazandırdı. Apollon da kızıp onun kulaklarını eşek kulakları yapıverdi.
Midas bir süre, tanrının armağanlarını koca bir külah içinde sakladı. Sakladı ama onun saçlarını kesen berber sonunda kulaklarını gördü. Kulakları gördüğünü kimseye söylemeyeceğine yemin etti. Berber bu, konuşmadan durur mu, gitti bir çukur kazdı sazların arasında, usulca “Kral Midas’ın kulakları eşek kulakları.” diye fısıldadı.
Aradan zaman geçti. Çukurun çevresinde büyüyen sazlar yel estikçe, “Kral Midas’ın kulakları eşek kulakları!” diye bağırmaya başladılar. Böylece herkes gerçeği öğrendi.”
Bu olaydan sonra, Midas şunu öğrenmiştir herhalde: İki tanrı yarışırken beğendiğini tutma güçlü olanı tut.
Frigya uygarlığının yaratıldığı dönemde “Ana Tanrıça İnancı” etkisinin doruğuna çıkmış, Ana Tanrıça adına tapınaklar, kutsal alanlar yapılmış, dinsel törenler düzenlenir olmuştu. Bu dönemde Ana Tanrıça ile ilgili olarak anlatılan bir efsane, Tanrıça’ya nasıl tapıldığını da anlatmaktadır.
Efsaneye göre, Ana Tanrıça (Kibele), Attis adlı bir delikanlıya aşık olur. Attis, Ana Tanrıça’nın kendisine karşı duyduklarından habersiz, Pessinus (Ballıhisar) kralının kızıyla evlenme hazırlığındadır. Düğün yeri kurulmuş, düğüne çağrılı tüm konuklar yerini almıştır. Gözünü aşk bürüyen Ana Tanrıça, olanca görkemiyle birden düğün yerinde ortaya çıkar. Ve tanrısal gücünü kullanarak sevdiği erkek Attis’i çıldırtır. Bir anda çılgına dönen Attis, bir yandan dans eder, bir yandan da bıçağını çekerek erkeklik organını keser. Attis’in kasıklarından fışkıran kanlar toprağı sular, topraktan bitkiler fışkırır. Attis’in kendisi de ölüp bir çam ağacına dönüşür. Ana Tanrıça da onun hiç bozulmamasını sağlar. Çam ağacının, yaz-kış hiç bozulmadan kalması böyle bir efsaneye bağlanır.
d. Friglerde Ölü Gömme Geleneği

Frig beyleri ölülerini ya kayalara oyulmuş mezarlara ya da tümülüslere gömerlerdi. Kaya mezarlarının çoğu soyulmuş oldukları için mimari dışında fazla bilgi vermezler. Buna karşın tümülüsler, yani yığma mezar tipleri Frig ölü gömme geleneğini öğrenmemizde önemli rol oynarlar. MÖ 8. yüzyıl başlarından MÖ 6. yüzyıl ortalarına kadar kullanıldıkları sanılan tümülüslerin büyük bölümü Gordion’dadır. Bu yığma toprak mezarları kentin sırtlarında yeralır ve sayısı 100’e yaklaşır.
Bu türde ölü gömme tekniği gelişmiş olarak birden ortaya çıkar. Bu durum tümülüs mezarlarının Frigya’ya dışarıdan gelmiş olduğuna işaret eder. Gerçekten de Arnavutluk ve Makedonya’da soylu kişileri gömmek amacıyla tümülüs mezarların MÖ 1800-1500’den itibaren kullanıldığı bilinmektedir.
Frigya tümülüslerindeki mezar odalarının ahşap yapısı çok ileri bir tekniğin eseridir. Ölüler önceleri yakılmadan ahşap sedirler üzerine uzatılmış, MÖ 7. yüzyılın sonlarından itibaren de, Yunanistan’dan gelen etkilerle yakılmaya başlamıştır. Ahşap mezar odasına ölü ve ölü armağanlarının bırakılasından ve ahşap çatının kapatılmasından sonra, odanın üzeri büyük bir yığma tepeyle örtülmüştür.
Toprak yığınının ahşap mezar odasına yapacağı baskıyı en aza indirmek için mezar şu şekilde yapılırdı: Ahşap mezar odasının üstü moloz taşlarla kaplanmış, bunun üzerine kalitesi ve direnci fazla olan, sulandırılarak bulamaç haline getirilmiş kil serilmiş , sonra da kuru kilden tepe yığılmıştı. Toprak kümesi, altındaki nemli kilin iyice kurumasından sonra yığılmış olmalıdır; çünkü ıslak kil kuruyunca mukavemeti artıyordu.
Tümülüslerin yüksekliği gömülen kişinin önemine göre 2-3 ile 60-70 metre arasında değişmektedir.
Frig tümülüslerini, Lidya ve Yunan mezarlarından ayıran; mezar odaları yapımında taş yerine tahta kullanılması, yığma tepe toprağının çevreye yayılmasını önlemeye yarayan krepis duvarı ve mezar odasınına geçit veren dromos kullanılmamasıdır.
Toprak yığını altında kalan mezar odalarının yeri büyük boy tümülüslerde ortada, alçak tümülüslerde ise mezar soyguncularına karşı alınan önlemle merkezden uzak yerlerde olurdu.
Soylular için kentlerin dışında görkemli yığma mezarlar yapılırken, geniş halk kiltleleri için gösterişsiz mezarlar kullanılmıştır. Pazarlı halkı, ölülerini kalenin içindeki basit mezarlara, sırt üstü yatırarak gömmüşlerdi. Boğazköy halkı ölülerini yakıp, küllerini küpler içine koyarak gömmüşlerdi. Ayrıca Boğazköy’de çocuk mezarı olarak kullanılan bir vazo bulunmuştur.
Bu Boğazköy ve Pazarlı’daki ölü külleriyle iskeletlerin tümü geç Frig dönemine aittir ve sürekli kent içine gömülmüşlerdir. Ancak Ankara’da yakılmış ölülerin küpler içinde gömüldüğü kent dışı mezarlar da bulunmuştur. Bu Ankara’da bugünkü Hacıbayram Camisi çevresindeki Frig kentinde yaşayan farklı halk sınıflarının varlığını gösterir.
BÜYÜK TÜMÜLÜS
Gordion’daki büyük tümülüs, mezar odasının çukur içinde değil de zemin yüzeyinde yapılmış olmasıyla dikkat çeker. Mezar odası (iç boyutlları 5.15x6.20, yüksekliği 3.25m), kireç taşından kaba bir duvarla çevrilmiştir. Bu 53 metre boyundaki tümülüsün yapılış tekniğine gösterilen özen, tam mezarın Friglerin en güçlü döneminde yaşayan bir krala ait olduğunu düşündürmektedir. Çeşitli iddialara göre mezar ya Midas’a ya da Midas’ın babası Gordias’a aittir.
“Anadolu’nun piramitleri” denilen tümülüslerden biri olan Büyük Tümülüs’ün 53 metre altındaki mezar odasının bozulmadan ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya konulan başarılı arkeolojik uygulamalardan biridir. Kazı başkanı Roudney S. Young eski tümülüsün 250 metre çapında ve 70-80 metre yüksekliğinde olabileceğini tespit etmiştir.
GORDİON (YASSIHÖYÜK)
Frig Krallığı’nın başkenti Gordion’un kalıntıları Ankara-Eskişehir karayolu ve Sakarya ile Porsuk nehirlerinin birleştiği yerin yakınında Polatlı’nın kuzeybatısında bulunmaktadır. Gordion’un geçmişi MÖ 8. yüzyıl ortalarına kadar gider. Şehir en parlak dönemini MÖ 725 ve 675 yılları arasında yaşamıştır. Midas bu kentte oturmuştur. Gordion, MÖ 7. yüzyıl başlarında Kimmer saldırısına uğramıştır. Şehir, Büyük İskender tarafından bağımsızlığına kavuşturuluncaya kadar 6.yy ortalarından başlayarak Pers istilası altında kalmıştır. Ayrıca Büyük İskender çözenin Asya fatihi olacağına inanılan gördüğümü Gordion’da kılıçıyla kesmiştir (MÖ 334).
Kent Höyüğü: 350x500 metre ölçüsündeki yassı bir höyük durumundaki Frig kenti, Sakarya ırmağının hemen doğusunda yer almaktadır. Arkeologlar, anıtsal bir kapı ile birlikte kral ailesine ait bir çok yapı ve evlere kent duvarlarına ilişkin kalıntılar ortaya çıkarmışlardır. Bunların tümü Frig krallığına en parlak dönemine (MÖ 725-667) tarihlenmektedir.
Kent Kapısı: MÖ 8.yüzyılın sonunda yapılmıştır. Yumuşak kireç taşından 9 metre yükseklikteki kısmı günümüze kadar korunmuş anıtsal bir yapıdır. Kente asıl giriş 9 metre genişliğinde ve 23 metre uzunluğunda üstü açık bir koridorla sağlanıyordu. Kapının iki yanında yer alan kulelerin kente açılan birer kapısı vardır. Tamamı kazılan kuzey avlu depo olarak kullanılıyordu. Güney avlusu ise Pers kapısının büyük güney duvarının korunması amacıyla kazılmadan bırakılmıştır.
Kent Merkezi: Höyüğün orta kısmı saraylara ayrılmıştır. Kerpiçten bir duvar (B) dört yapıyı içeren sarayın birinci avlusunu kent kapısından ayırmaktadır. Daha kalın bir duvar (E1, E2, E3) iç avluyu kuzey, batı ve güney yönlerinden çevirmektedir.  Olasılıkla bu duvarlar saray yapılarının doğu yönünce de uzanmakta ve böylelikle onları dışarıdan tümüyle ayırmaktadır.
Saraylar: Birinci avludaki iki yapı birer megarondur. Megaron 2, geometrik desenli bir mozaik ile döşenmiştir. Bu mozaik, bilinen en eski çakıltaşı mozaik örneğidir ve bugün bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenmektedir.
Megaron 3: Bu, günümüze kadar Gordion’da çıkarılmışen önemli yapıdır. İç avluda yer alan yap Frig akropolünün en büyük binasıdır. Yapı, iki sıra ahşap direkle bir orta ve iki yan nefe ayrılmıştır. Arkeologlara göre orta bölüm tek katlı ve yüksek bir salondu. Yan kısımlar ise iki katlı ahşap galeriler şeklindeydi. Megaron 3, MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş en eski yapılardan biri olmalıdır.
Teras Yapısı: Terasın batı kesimindeher biri 11x14 metre ölçülerinde yan yana sıralanmış 8 adet megaron yer alır. Her birinde ortada bir ocak ve yanlarda direklerle desteklenen ahşap galeriler bulunmaktadır. Büyük olasılıkla bunlar sarayın günlük işlerinin görüldüğü yapılardır. Megaron 3’ün yanına yapılan bir merdivenle yeni oluşturulan terasa geçiş sağlanmıştır.

29 Aralık 2014 Pazartesi

Avrupa Hun İmparatorluğu

Avrupa Hun İmparatorluğu


Avrupa Hun İmparatorluğu, Orta Asyada varlığını yitirerek Batıya doğru göç ederek Hazar bölgesinde toplanan Hun kütlelerinin bölgede çoğalmasıyla ortaya çıkan, varolduğu kısa dönemde Tarihe silinmeyecek izler bırakmış ve diğer büyük Türk imparatorluklarının temelini oluşturmuş önemli bir devlet olmuştur. 

Avrupa Hunlarının tarih sahnesine çıkışları, dünya literatüründe farklı bir öneme daha sahiptir. Avrupa Hunları, Hazar denizinden Avrupaya doğru ilerlemeden önce, Avrupadaki demografik yapı bugünküne göre çok daha belirsizdi. Avrupa kıtası Roma İmparatorluğundan ve İmparatorluğa dahil olmayan Barbar kavimlerden oluşuyordu. Bu barbar kavimler bir imparatorluk seviyesine ulaşmamış, ancak bulundukları topraklarıda Roma’nın yönetimine bırakmamışlardır. Yaşayış şekilleri ve kültürel değerlerinin çok zayıf olması nedeniyle bu topluluklardan Barbar kavimler olarak bahsedilir. Bu barbar kavimler, bugün Avrupa kıtasında bulunan ülkelerin atalarıdırlar. Hunların Avrupaya ilerlemeleriyle bölgedeki demografik yapı önemli ölçüde etkilendi. Hunlardan önce Kafkaslara kadar uzanan bu barbar kavimler, Hunların Tuna nehrini aşarak Avrupayı otoritesi altına almaya başlamasıyla bu barbar kavimler Avrupanın içlerine doğru ilerleyerek Roma ile karşı karşıya gelmiştir. Bu barbar kavimlerin Roma üzerindeki baskıları sonucunda Roma ikiye bölünmüş, varoluş mücadelesine giren barbar kavimler, zamanla kendi yönetimlerini oluşturmuştur. Tarih, bu dönemi Kavimler göçü olarak kaydetmiştir. Bu süreç, Hunların Avrupaya girmesinde başlar, Avrupa Hun İmparatorluğunun yıkılmasıyla neticelenir. Günümüz dünyasındaki medeni Avrupa ülkeleri, bugünki varlıklarını “Barbar Türkler” olarak telafuz ettikleri Avrupa Hunlarına borçludurlar diyebiliriz.


Avrupa Hunlarının Tarih Sahnesine Çıkışı  (352)

Önce Doğu ve Batı, daha sonrada Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünen Büyük Hun İmparatorluğunun Orta Asyada varlığını yitirmeye başlamasıyla batıya doğru göç eden Hun toplulukları Hazar gölü çevresinde yoğunlaşmıştı. M.Ö. 36 yılında başlayıp, M.S. 300 lü yıllara kadar devam eden bu göç hareketiyle Bu bölgede yaklaşık 300 yıl boyunca yaşayan Hun toplulukları, zamanla bölgeye hakim bir güç haline geldi. Büyük Hun İmparatorluğu döneminde devletçilik vasfı kazanan Hun Türkleri, bu vasıflarını bulundukları bölgeye de taşıyarak zamanla güçlerini birleştirerek yeni bir imparatorluk kurmaya doğru ilerlediler. 

Günümüz literatüründe Avrupa Hun İmparatorluğunun kuruluşu 374 olarak geçer. Bu bilgiye Avrupa kaynaklarından ulaşıyoruz. Oysaki bu kaynaklar 374 yılında, Hunların Gotları yenilgiye uğratmasından bahseder. Zamanla yapılan araştırmalar Avrupa Hunlarının ilk hakanının “Kama Tarkan” olduğunu ortaya çıkartmıştır. Kama Tarkan, bölgedeki Hun topluluklarını yönetimi altında toplayarak 352 yılında Avrupa Hun İmparatorluğunu fiilen kurdu ve yönetimi 370 yılına kadar elinde bulundurarak Hazar ve çevresinde önemli bir güç haline gelerek hakimiyet alanını batıya doğru ilerletti. Geçen 18 yıl, Hazar bölgesinde yaşayan Hun Türklerinin teşkilatlanmasını ve Devlet düzenine geçmesini sağladı.


Balamir Dönemi (370-378)

Balamir, Kama Tarkan’ın ölümüyle yönetime geçti. (Kama Tarkan’ın oğlu olduğu kesin değildir) Yönetime geçmesiyle Batıya doğru ilerlemeye başladı ve bölgede bulunan Alan ülkesini ele geçirdi. Avrupa menşeili Tarih kaynakları Bledanın 374 yılında İdil nehri kıyılarında görüldüğünü kayıt etmiştir. Bu dönemde bölgede, imparatorluk niteliği taşımayan ancak kalabalık ve güçlü barbar kavimler bulunuyordu. Bugünki pek çok Avrupa ülkesinin atası ola bu barbar kavimler zaman zaman Roma imparatorluklarının sınırlarını zorlayarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı. Balamir, İdil nehrini geçerek bu bölgede bulunan Gotlara baskı kurmaya başladı. Gotlarla İlk savaş 375 yılında gerçekleşti. Savaşı kazanan Balamir, Gotları Avrupanın içlerine, Romaya doğru ilerlemelerini sağladı. Kavimler Göçü olarak tarihe geçen süreç bu savaşla başlamıştır. Balamir döneminde Hunlar, hakimiyet alanlarını genişleterek Avrupaya doğru ilerlediler.


Alipbi Dönemi (378-390)

Avrupalıların “Baltazar” ünvanı verdiği Alipbi, Balamir’in ölümünden sonra yönetime geçti. Alipbi’nin yönetimiyle Hunlar Balkanlara doğru ilerleyerek hakimiyet alanını giderek genişletmeye başladı. Aynı yıl Tuna nehrini geçerek Trakyaya kadar ilerledi. Bu ilerleyişinde Romadan herhangi bir direniş görmedi. Hunların ilerlemesiyle zor durumda kalan barbar kavimler, Hunlarla mücadele etmek yerine Romanın üzerine gitmeyi yeğelediler. İlerleyen yıllarda da Roma, barbar kavimlerin saldırılarıyla uğraşırken Hunlar bölgedeki hakimiyetlerini güçlendirdiler. 


Uldız Dönemi (390-412)

Alipbi’nin ölümüyle tahta Uldız geçti. Uldız, yönetime geçtiği dönemde Karpat dağlarını aşarak bugünki Macaristana kadar ulaştı. I. Theodosius’un 395 de ölmesiyle Roma Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Theodosius Roma’yı tek başına yöneten son hükümdar olmuştu. Romanın ikiye bölünmesiyle Uldız Trakya ve Balkanlar üzerine yürüdü. Aynı dönemde, bir diğer koldanda Bugünki Şanlıurfa ve Lübnana kadar hızla ilerleyip akdenize ulaştı. Aslında bu nedenle Türklerin Anadoluya ilk girişi 395 dir. Uldız Akdenize kadar ulaştı ancak Kısa bir süre sonra birliklerini Karadenize geri çekti. 

Avrupa Hunlarının dış politikası Uldız zamanında şekillendi. Bölgedeki barbar kavimlere karşı Romayla iyi ilişkiler kurulmaya başlandı. Zira bu kavimler düzensiz ve barbarca yaşıyorlar bu nedenle kontrol altında tutulamıyorlardı. 

Hunlar, Tuna boylarına ilerledikçe barbar kavimlerde Roma sınırlarını zorlamaya başladılar. Bu baskılarla zor durumda kalan Batı roma, Uldızdan yardım istedi. Hunlar ile Radagais komutasındaki barbar kavimler 406 yılında, bugünki floransa bölgesinde karşı karşıya geldiler. Uldız, savaşı kazanarak Radagais’i esir aldı ve Batı Roma tarafından idam edildi.

Batı Roma ile iyi ilişkiler içerisinde olan Uldız, Doğu Romayla mücadele halindeydi. 409 yılında Tunayı geçerek Doğu Romayı baskı altına almaya başladı. Uldız, Doğu Romanın gönderdiği elçiye “Güneşin Battığı Yere Kadar Her Yeri Zaptedebilirim” diyerek meydan okuduğu tarih kaynaklarında geçmektedir.


Karaton Dönemi (412-422)

Karaton, Uldız’dan siyasi istikameti belirlenmiş, taşları yerine oturmuş bir imparatorluk devraldı. Batı Roma ile iyi ilişkiler kurulmaya başlanmıştı. Bu doğrultuda Batı Romanın üzerine çok fazla gidilmiyordu. Bu iyi ilişkiler Doğu Roma için geçerli değildi. Ancak Karaton döneminde Doğu Romanında fazlaca üzerine gidilmedi. Karaton 10 Yıl kadar yönetimi elinde bulundurdu. Bu süre zarfında Karadeniz bölgesinde Hun varlığını sağlamlaştırarak bölgedeki teşkilatlanmayı güçlendirdi. Karaton döneminde fazlaca önemli gelişmeler ortaya çıkmadı. Karaton dönemi, Avrupa Hunları için durgun sayılabilecek bir dönem olmuştur. 


Rua Dönemi (422-434)

Karatonun ölümünden sonra Hunların yönetimi hükümdar ailesince ortak yönetildi. Kardeş olan Rua, Muncuk, Aybars, Oktar ülkeyi birlikte yönettiler. Rua devletin başına geçti. Doğu kanadını Aybars, batı kanadını ise Oktar yönetti. Muncuk ise kısa bir süre sonra öldü. 

Rua döneminde Doğu Roma’nın Hunlar üzerinde bazı beşinci kol faaliyetleri başladı. Doğu Roma imparatoru II. Theodosius, Hunlara bağlı olan barbar kavimleri kışkırtmaya ve Hun birliğinden ayırmaya çalışıyordu. Casusların yakalanması ve Doğu Romanın faaliyetlerinin ortaya çıkması üzerine Rua Doğu Romanın üzerine yürüyerek önemli bir savaş kazandı. Bu savaş sonrasında Doğu Roma ilk kez Vergiye bağlandı. Uldız döneminde iyi ilişkiler içine girilen Batı Roma ile Rua döneminde de iyi ilişkiler devam ettirildi. Rua döneminde Batı Roma’da iç karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu durumdan faydalanmak isteyen Doğu Roman imparatoru II. Theodosius, ordularını Batı Roma’ya gönderdi. Batı Roma’nın Rua’dan yardım istemesiyle, Rua güçlerini Batı Roma’ya gönderdi. II. Theodosius’un ordusu Hunları karşısına almak istemedi ve geri döndü. Takip eden yıllarda Doğu Roma, Hunlara bağlı kabileleri kışkırtmaya devam etti. Rua bunun üzerine Doğu Romalı tüccarların Hun toprakları içine girmesini de yasakladı. 


Attila Dönemi (434-453)

434 yılında, Rua’nın ölümüyle yönetim, Rua’nın kardeşi Muncuk’un iki oğluna kaldı. Bleda ve kardeşi Attila, bu dönemde imparatorluğun yönetimine geçtiler. Yaşça büyük olması nedeniyle yönetim Bleda daydı. Ancak Bleda, yeteri kadar varlık gösteremedi. Savaşlarda başarısız sonuçlar alması nedeniyle genellikle savaşları Attila yönetiyordu. Zamanla Attila, Ağabeyi Bledanın başarısız idaresi ve katıldığı savaşlarda varlık gösterememesi nedeniyle kardeşi Attila ile mücadeleye girdi. İmparatorluk 10 yıl kadar bu şekilde yönetildi. Ancak Attila, 445 yılında ağabeyi Bledayı öldürerek yönetimi tek başına eline aldı. 

Attila’nın amacı, hem Doğu hem Batı Romayı egemenliği altına almaktı. Uldız döneminden bu yana Batı Roma ile iyi ilişkiler içine girilmişti. Ancak Attila, bu şekilde devam etmeyecekti. 

Doğu Roma ile ilişkiler zaten kötüydü. Daha önce Doğu Roma üzerine birkaç kez yürünmüş ve baskı altına alınmıştı. Doğu Roma halen Hunlara vergi ödüyordu. Ancak Doğu Roma’nın Hunlar üzerindeki oyunları halen devam ediyordu. Ruanın ölümünden hemen sonra Attila, Doğu Romanın üzerine yürüdü ve savaşı kazanarak Margos antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla vergi iki katına çıkartıldı. 

Doğu Roma, antlaşmayı imzalasada antlaşmanın şartlarına uymuyordu. Bunun üzerine Attila, 441 yılında tekrar Doğu Roma’nın üzerine yürüdü. Trakyaya kadar ilerledi ve vergi üç katına çıkartıldı. Böylelikle Balkanlar yoluda açılmış oldu. 

Doğu Roma, Hunlara karşı faaliyetlerine devam etti. Yine antlaşmaya aykırı hareket ederek Hunlara bağlı kavimleri isyana teşvik etti. Ticaret kurallarını çiğneyerek tüccarlarını Hun topraklarına gönderdi. Attila, bu kez Doğu Romanın üzerine iki koldan saldırıya geçti (447). Bi kolu Yunanistandan girerek Tselya’ya kadar ilerledi. Diğer koldan Sofya, Lüleburgaz, Flibe şehirlerini ele geçirdi. Bugünki Büyük Çekmece yakınlarına kadar ulaştı. Bu ilerleyişten sonra Doğu Roma tekrar barış istedi. Antolyos antlaşması imzalandı ve vergi üç katına çıkartıldı, savaş tazminatı ödetildi ve Tunanın güneyindeki bölge Doğu Roma askerlerinden arındırıldı. 

Attila, yılında Batı Roma imparatorunun kızıyla evlendi (451). Karısının çeyizi olarak Batı Roma topraklarının yarısını istedi. Bunun üzerine Batı Roma ve Hun İmparatorluğu büyük bir savaşa girdi. Attila ordularını, Batı Romanın asker deposu olarak görülen Galya’ya gönderdi. Attila buraya 200 bin kişilik bir orduyla geldi. Ordunun 100 Bin’i Hunlardan, 100 Bin’i kendisine bağlı kavimlerden oluşuyordu. Batı Roma’da denk bir kuvvetle savaşa katıldı. Ordular Katalon ovasında karşı karşıya geldiler. Savaş 24 saat sürdü. İki tarafta çok ağır kayıplar verdiler. Buna rağmen savaş henüz sonuçlanmamıştı. Ancak Batı Roma Askerleri, aynı gece askerlerini geri çekti ve yenilgiyi kabul etti. Attila, Galyayı işkal ederek yenilmezliğini tüm dünyaya kabul ettirmişti artık. 

Attilanın amacı Doğu Romayı tamamen kendisine bağlamaktı. Kesin sonuç almak için 452 yılında bir sefer daha düzenledi. Romanın artık karşı koyacak gücü yoktu. Attila, ordusuyla Alpleri aşarak Po ovasına indi ve İtalyanın kuzey kentlerini ele geçirerek Roma önüne kadar ilerledi. Papa 2. Leo, Attilanın huzuruna çıkarak Attilanın romaya zaten hakim olduğunu söyleyerek Hristiyanlığın merkezi olarak kabul edilen Roma’nın yıkılmamasını talep etti. Bu dönemde bölgede Veba salgını sorunu vardı. Attila bu seferle Doğu Romayı egemenliği altına almış oldu. Bölgedeki Veba salgını nedeniyle daha fazla ilerlemedi ve vergiyi arttırarak geri döndü. 

Attila, 453 yılında şüpheli bir şekilde öldü. Bazı tarih kaynakları Attilanın karısı tarafından zehirlendiğini ifade eder. 


İlek Dönemi (453-455) 

Attilanın 3 oğlu bulunuyordu. İlek, Dengizik, İrnek. Attilanın ölümüyle yönetime, en büyük oğlu İlek geçti. Ancak diğer kardeşlerle arasında saltanat mücadelesi yaşandı. Bu mücadele Hunları iç karışıklıklara ve yönetimde zafiyetler yaşanmasına sebep oldu. Bu iç karışıklıklar nedeniyle, Hunlara bağlı olan kavimler Hun idaresinden ayrıldı. Bugünkü Avrupa ülkelerinin ataları olan bu kavimler, Hunlardan ayrıldıktan sonra bölgede kendi yönetimlerini oluşturup Avrupanın bugünkü demografik yapısının alt yapısını oluşturdular. 

İlek döneminde, ilk ağır yenilgi alındı. Hunlar Nadao savaşında yenilgiye uğradılar. Bu yenilgiden sonra Hunlardaki iç karışıklıklar dahada arttı. 

Bugünkü Almanların ataları olan Germenler, İlek dönemine kadar Hunlara bağlı bir kavim olarak yaşıyorlardı. İmparatorluk içerisinde sorunların yaşanmasıyla Germenlerde isyan ettiler. İlek, bu isyanı bastırmak için Germenlerle girdiği mücadelede öldü. 


Dengizik Dönemi (455-469)

Yönetimi İlek’den devralan Dengizik, imparatorluğu 14 yıl yönetti. Ancak yönetimi başarılı olamadı. Hunlar zayıflamaya ve küçülmeye başladı. Hem Roma, hem Hunlardan ayrılan kavimler bölgede güçlenmeye ve söz sahibi olmaya başladılar. Dengizik’de, Doğu Roma ile girdiği savaşta öldü. 

Tarih kaynaklarında Dengizik’in ölümü, Avrupa Hunlarının yıkılışı olarak kabul edilir.


Avrupa Hun İmparatorluğunun Dağılması

Dengizikten sonra Hun imparatorluğu yönetilemez duruma geldi. Hem İmparatorluk gücü çok zayıfladı, hemde daha önce Hunlara bağlı kavimler isyan ederek ayrı bir güç olarak Hunların düşmanı haline geldi. Bunun üzerine, Attilanın en küçük oğlu olan İrnek, Hun kabileleriyle birlikte bugünki Karadenizin kuzeyine doğru çekildi. İmparatorluk yıkılmıştı ancak bölgedeki Hun varlığı devam etti. İrnek’den sonra Hun kabileleri Tingiz, Belkermek, Çuraş, Tarya, Buyan ve Çelbir tarafından yönetildi. 

Avrupa Hun İmparatorluğu yıkılmıştı ancak Hunlar yokolmadı. Karadenizin kuzeyinden yayılarak kabileler halinde varlığını devam ettirdi. Bugün dahi Avrupa’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Kırımda Türk izlerine rastlamaktayız. 

İmparatorluğun yıkılmasıyla Bölgedeki Hunların bir kısmı Karadenizin kuzeyinde varlığını devam ettirdi. Bir kısmı Hazara dönmek için Kafkaslara doğru ilerledi, bir kısmı bölgede oluşmaya başlayan diğer bir güç olan Avarlara katıldı, bi kısmı ise güneye doğru inerek balkanlara yayıldı.

Balkanlara yayıyan Hunlar, bugünkü Bulgaristanın temelini oluşturmuşlardır. Bulgar sözcüğü Türkçe bir ifade olan Bulgamaktan (Dağılmak, yayılmak) gelmektedir. 

Karadenizin Kuzey bölgesinde varlığını sürdüren Hunların bir kısmı Karpat dağları ve çevresine ilerleyerek bugünkü Macaristanın temelini oluşturdular. Zira Macaristanın ismi olan Hungary, Avrupa Hun İmparatorluğundan miras kalmıştır. Bugün Macaristanda halen Türk kültürünün izlerine rastlamak mümkündür. Özellikle Gagağuz (Gökoğuz) lar  Türk olduklarının ve Attilanın torunları olduklarının farkındadırlar. Karadenizi terk etmeyen Hunlar ise bölgede kaldılar. Bu kabilelerde Kırım Türklerinin atalarıdırlar. 

Bölgedeki Hunların önemli bir kısmı  Hazara dönmek üzere Kafkaslara doğru çekildiler. Bu topluluk Kafkaslardaki diğer toplumlara karışarak asimile olsalarda bazı kabilelerin varlıklarını uzun süre korudukları tarih kaynaklarında geçmektedir. 

İslam Öncesi Türk Tarihi soruları


1 - Metehan'ın fethettiği coğrafyalar nerelerdir?

Mete han iktidar olduğu dönemde ilk olarak Moğol kökenli Tung-hu'ları perişan etti. Arkasından Tanrı Dağlarında Kansu havalesinde oturan Hin-Avrupa soyundan gelen Yüe-çi'leri mağlup etti(M.Ö. 203) Daha sonra Çine ait Ma-i ve Tai-yuan bölgelerini ele geçirdi ve Çin İmparatorluğunu vergiye bağladı. 35 yıl hüküm süren Metehan(Mo-tun) bu süre içerisinde Moğolları, Tibetlileri, Tunguzları ve Çinlileri kendisine tâbi kıldı.

2 - Metehan ölümünden sonra nasıl bir devlet bıraktı(devlet yapısı, ekonomisi)?

Her yönüyle güçlü bir devlet bıraktı 26 şehir devletçikleri kendisine bağlı idi. Gücünün doruk noktalarında olan Büyük Hun İmp. ekonomisinin temeli başta at olmak üzere hayvan besiciliği idi. Merkeziyetçi bir yönetim ve orduda onluk sistemi yürürlükte idi. 

3 -  Hun İmp. siyasi evliliklerin ne tür etkileri olmuştur ?

Siyasi mahiyette olan bu davranışların sonucunda bu prenseslerle beraber gelen Çinli diplomat ve görevliler, bir yandan Hun topraklarında serbestçe dolaşma imkanı buldukları için Hun yöneticilerin arasına nifak sokarak, diğer yandan Türkler ile tâbi devletler arasında siyah propaganda yaparak devleti zayıflatmaya başladı. Ki-ok döneminde hissedilmese de oğlu Kun-çin zamanında gerçek bir huzursuzluk kaynağı oldu.

4 - Zayıflayan Hun İmp. ile Çin İmp arasında ipek yolu savaşının başlamasının nedenleri nelerdir ?

Büyük Hun İmp. Çinliler karşısında üstünlüğünün sona ermesi, Çinlilerin ödedikleri vergiyi ve ipeği kesmesine neden oldu. Bu durum Büyük Hun İmp. ekonomik açıdan or durumda bıraktı. Hunların tekrar ekonomisini düzeltmek için Çin'e karşı savaşlar başlattı ve bu savaşlar sonucunda kazanılan zaferler başarılı olmadı ve-bu fırsatı değerlendiren Çinliler akınlar düzenledi ve bu akınlar sonucu İpek yolunun kontrol unu ele geçirdiler. 

5 - MÖ. ve  MS. göçler hakkında bilgi veriniz ?


6 - Avrupa Hun İmp. Anadolu'da göç ettikleri yerleri tarihi belgelere dayandırarak yazınız ?

İki kola ayrılan balkanlar bir kol olarak Balkanlardan Trakya'ya ilerlerken diğer kol Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yönelmişlerdir. Basık ve Kursık'ın idare ettiği bu ikinci kol Erzurum bölgesinden, Karasu ve Fırat Vadilerini takiben Malatya ve Çukurova'ya doğru devem etmiş, o dönemde bölgenin önemli kalelerinden olan Urfa ve Hatay'ı kuşattıktan sonra Suriye'ye inmiş ve Kudüs'te son bulmuştur. En son olarak Keşif amaçlı olan bu harekât Orta Anadolu'da Kayseri-Ankara taraflarına ulaştıktan sonra Bakü yolu ile kendi merkezlerine ulaşmışlardır.

7 - Uldız'ın izlemiş olduğu politikalar ve ülke sınırları hakkında bilgi veriniz ?


Hun dış politikasına Zayıfa karşı kuvvetliyi desteklemek adını alırken Bizansı baskı altında tutarken Batı Roma İmp ile dostane ilişkiler kuruluyordu.
Romanın ikiye ayrılması sonucunda  hızlı bir şekilde Şanlıurfa ve Lübnan'a kadar hakimiyet altına aldı bir süre sonra ordularını Karadeniz'e çekti. Yayılmacı bir politika izledi.  
Barbar kavimleri göçe zorlayarak Roma İmp. üzerinde bir baskı kurdu ve Uldızdan yardım istenmek zorunda kaldı Batı Roma ile iyi ilişkileri olan Uldız Doğu Romayı baskı altına almaya başladı.

8 -  Margos Antlaşması hakkında bilgi veriniz ?

Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerde olan margos kalesinde Savaşmak istemeyen Bizans'la Hunlar arasında yapılmıştır.
 * Hunlar vergiyi iki katına çıkardı yıllık (700 libre).
 * Hunlardan kaçanların iadeleri yapılacaktır.

9 -Atilla'nın I. Balkan seferleri hakkında bilgi veriniz ?

Margos antlaşmasında istenilen iadeleri iade etmekte geç davranmaları ve bazılarını önemli makamlara getirmeleri, bunun yanında ortak pazar yerlerinde Grek tacirleri Hunları aldatmaları , Hun mezarlarının soyulmaları, Akatir isyanında Bizans'ın kışkırtması 441-442'de I. Balkan seferi Belgrad ve Niş üzerinden Trakya'ya doğru ilerlerken Batı Romanın gayreti sonucu durduruldu.


10 -Atilla'nın II. Balkan seferleri ve anatolius antlaşması hakkında bilgi veriniz ?

Bizans'ın kaçakları iade etmemesi, yıllık vergileri ödemekteki isteksizliği gibi başlıca nedenlerden dolayı II. Balkan Seferini (447) yapılmasına sebep oldu. İki koldan saldırılmış ve İstanbul'u kuşatmak üzere Küçük Çekmece'ye gelmiş II Theodosios bu durum karşısında sürat le ileri gelen Anatolius'u anlaşma için Atilla'nın yanına göndermiştir.

Yapılan Anatolius barışına göre ;

    * Tuna güneyinde 5 günlük mesafe askerden arındırılacak.
    * Ortak pazarlar sadece Nişte kurulacak.
    * Ayrıca yıllık vergi üç katına çıkarılacak.(2100 libre )












TÜRK ADI - TÜRK SOYU - TÜRKLERİN ANA YURDU -


TÜRK ADI
      Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. "Türk" sözü tarihin en eski  çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu. Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı "Türk" adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticesinde Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da "Tik" veya "Tikler" adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izah eden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.

     Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre, Heredotos'un doğu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar. 
-İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE'ler 
-Tevrat'ta adı geçen Togarma'lar.
-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar
-Eski Ön Asya çivili metinlerinde görülen TURUKKU'lar.
-Çin Kaynaklarında MÖ. I. yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler

     Bizzat "Türk" adını taşıyan Türk kavimleri olarak gösterilmektedir. İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli "Zend - Avesta" rivayetleri ile İsrail menşeli "Tevrat" rivaytetleride Nuh Peygamberin torunu olan Yafes'in oğlu "Türk" ile İran rivayetlerdeki Feridun'un oğlu "Türac" veya "Tur"un soyu Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir. "Avesta"da yer alan "Ebül Beşer"den (1) ,Cemil ve oğlu Feridun'dan bahsedilmektedir. "Feridun'un ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,daha sonra Turak'a saldırmıştır. Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu "Afrasyap"(2) Irak torunun "Muncihir"i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra Ceyhun nehri doğusunda "TURAN", batısına da "İRAN" denmiştir. Tevrat rivayetlerinde ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş. Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan "TÜRK" e bırakmıştır. Görülmektedir ki Hz. Adem devrine yakın zamanlarda Turak(Türk)'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğundan ve Saka İmparatorluğu Kağanından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan "Türk" kelimelerinden ,Türk adının ne kadar eski olduğu ortaya çıkmaktadır. MÖ XIV. yy'da yer alna "Tik"ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan "Anav" medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler , MÖ. VII. yy'da Anavlar ,MÖ IV yy'da Sakalar ile tarih kayıtlarında yer almaktadır. Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide "Tu-Kiu" şeklinde görülmektedir. MÖ. I yy'da Romalı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan "Turcae" olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.
     Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Gök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Gök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Gök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. MS. 585 yılında Çin İmparatorunun GÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta"Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmesi, İşbara Kağanın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta "Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" hitapları Türk adını resmileştirmiştir. Gök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade ,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
TÜRK SOYU
     Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türklerin tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türklerin idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türklerle beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.

     Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türklerin beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan "Europid" adı verilen grubun "Turanid" tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisefal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta "Mongolid" Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türklerin hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.

     Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü "Güzel İnsan" manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.
TÜRKLERİN ANA YURDU
     Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl sonlarıyla  XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında, batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler sunmuşlardır.   J. Klaproth (1824), J. Von Hammer (1832), W. Schott (1836), M. A. Castren (1856), A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912) gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak gösterirken, W. Koppers (1937), W. Radloff (1891), G.J. Ramstedt (1928), L.Ligeti (1940) ve K. H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da desteklemektedir.
      Strzygowsky (1935), O. Menghin (1937), İ. Zichy gibi sanat ve kültür tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak bakmışlardır. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem  zor hem de sakıncalıdır. Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler, konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda Baykal gölünden Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğunun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.
     Ana yurtta yer alan ilk  kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve araştırmalar Orta Asya medeniyetinin M.Ö. V. bine kadar uzandığını göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan kazılarda, M.Ö. V  bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik kazanmamış ise de Türklerin  bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir merkezdir .
     Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli silâh  ve süs eşyaları da bulunmuştur.
     Bu kültürün devamı olan Andronovo  kültürü ise Altaylardan, Ural dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200). Bu kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir. Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer  bir kültür ise Yenisey-İrtiş  çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800). Tuva ve Abakan bozkırları ile Baykal gölü havzasında bulunan hayvan figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir.
     Karasuk kültürünün en büyük özelliği  demirin işlenip, silâh  yapımında kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak bilinen ve M.Ö.700'e tarihten buluntularda demir işçiliğinin nadir örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir öneme sahiptir.
     Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kuruganlarda bulunan bazı eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar, bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda tamamen uygunluk arz etmektedir.